Haklarını hiç bir zaman ödeyemeyeceğim Sevgili Anama ve Babama; Yalın ayak büyüyüp, ayağında bir çift kara lastikle ölen ve gözleri kapılarda kalarak bu dünyadan göçen bütün ana ve babalara tarifsiz sevgi ve saygılarımla...
İmdi, insana emrettiğimiz (fiillerin en güzellerinden biri,) anne babasına karşı iyi davranmasıdır. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu; annesinin onu taşıması, onun anneye bağımlılığı otuz ayı buldu. Nihayet tam olgunluğa erişip kırk yaşına vardığında o, (dürüst ve erdemli biri olarak) Ey Rabbim! diye yakarır, Bana ve anne babama lütfettiğin nimetler için ebediyen şükretmemi ve Senin kabulüne mazhar olacak (şekilde) doğru ve yararlı şeyler yapmamı nasip et; benim soyuma (da) iyilik bağışla. Gerçek şu ki pişmanlık içinde Sana döndüm, elbette ben Sana teslim olanlardanım! Ahkaf Suresi 15. Ayet Muhammed Esed Meali |
İşte gene yaz geldi bozkıra. Bizim buralarda iki mevsim var. Neredeyse on ay kış, iki ay yaz. Daha bir ay oldu-olmadı sobaları sökeli. Arada kış sümeli bir bahar. Ne sen sor, ne ben söyleyim. Bahar, bahar olmasına da, bir hafta ya var, ya yok. Gece ayaz sakırga gibi çöküverdi mi, daha çiçek açmaya yeni heveslenen ağaçların damarlarına yürüyen su buza keser. Donar, donmasına da, ağaç ölür. Hâsılı velkelâm, buralarda meyve işi kader kısmete benzer. Ona kalırsan, asıl geçinceme kaynağımız
irençberlik de kader kısmet gibidir. Kışın dünyanın karı inse, nisan ayında yağmayı verirse, yandın. Mayıs başında yağarsa da, ölmek üzere olan hastayı kurtarmak gibi bir şey olur.
Bu yıl, en yaşlıların da :”aklım ereli böyle bir soğuk görmedim “dediği bir kış oldu. Başka yerleri bilmem amma, İlçe ve köylerinde, nice insan kırf ı cerf oldu; tipi gökten alıp yere verirken yaşlı orta yaşlı nice insan öbür dünyaya göçüp gitti. Her gün ölüm haberleri duya duya millet pel pel sağına soluna bakınmaya başladı. Eksi otuz dereceyi bulan soğuklarda konu komşu, eş dost, hısım kağım toplanıp mezarlıklarda yolcu uğurladık.
Eh bir de avrupada yakınlarımız var ya, çoluk çocuk; cenazeler onları bekledi kimi zaman. Burada olanlar hastayla uğraşacak, hastanelerde dolaşacak karda kışta, hasta inledikçe ciğeri sökülecek. Orada olanlar telefon edecek, ne kadar yansalar da, sayrının başında o inlemeleri taa yüreğinde duyamayacak buradaki gibi. Cenazeye gelip, yedisini yapınca, iş güç, çoluk çocuk deyip gidecek.
Belki de yurt dışının en hazin yeri tam da burasıdır. Bir zamanlar gürül gürül insan sesi dolu evler giderek boşalmış, fanıl fanıl bir sessizlik çökmüştür ıssız köy sokaklarına. Oğlan avrupaya giderken, kapıdaki on koyun üç ineğin ikisi satılmıştır. Bunun yanı sıra, esbap satana, altıncıya falan bir sürü borç edilmiştir. Oraya giden oğlan da, adeta ahrazdır. Bambaşka bir dünyaya tığ teber şahı merdan varmıştır. Bir zaman kendini evdeki sandalyeden farksız hisseder. Ne yapsa ne etse boynu buruk, omuzu düşüktür. Dilini dişini bilmediği bir yerde, bırakıp geldiği ana baba, kardaş bacı gözünde tüter. Her gün gördüğü insanları göremeyecek, her günkü muhabbetleri edemeyecektir. Gara gözlü koyunlar satılınca evin kapısı bomboş kalmıştır. Kim bilir anası babası bu boş kapıya baktıkça nasıl üzülmektedir. İnsanın aklına ananın babanın kardaşın bacının en masum, en üzgün, en yürek burkan yüz ifadeleri gelir de, içi oyuk oyuk oyulur o vakit. Bir an önce iş güç sahibi olup, onlara yardım etmek ister gönül. Gel faka, hiç de öyle değildir kazın ayağı. İlk kez tanıdığın biriyle evlenmişsin, gidişatı, göreneği seninkinden farklı bir aileyle bir aradasın. Azarlanıp susmak, terslenip, içine atmak yer bitirir adamı; eğer yolun yolsuza çattıysa. Memleket tüter gözünde amma ve lakin gayri mümkünlerin kesiktir.
Gidişlerin pek çoğu böyle olmuş, böyle başlanmıştır orada yeni bir hayata. Hani bir insan ölünce, onu sevenlerin acıdan bağrı yırtılır, ciğeri paramparça olur. Ama insanoğlu o acıya dayanır, alışır, ilk andaki parçalanma devam etse, her halde geride kalan kişi fazla sürmez bir ayda o da ölür gider. Kuşkusuz ciğer yarası hep kalır ama ilk andaki yanık yarası bile zamanla bir iz olur gider. Aklına gelir zaman zaman, dolukur ağlarsın, ama umudun kesiktir, ölen ölmüştür ve artık geri dönmesi imkânsızdır. Umut bitince, yana yana, katlanırsın; aklına geldikçe ateşten bir ah kalır edeceğin.
Gidenler de keser umudunu. Oraya ekmek davasına gitmiştir; ilk günkü hasret yarası soğur. Yavaş yavaş alıştırır hayat insanı gurbete. Yavaş yavaş, buranın derdine ağrısına, yokluğuna kafa yormaktan uzaklaşıp, ırar; oradaki derdiyle ağrısıyla cebelleşmeye başlar. İştir, güçtür, giderek çoluk çocuk olur, oradan bir çevre kurulur; oranın derdine düşülür.
Unutmak, bize doğuştan verilmiş bir özellik midir, yoksa insanın icat ettiği bir kendini savunma biçimi mi. Burada kalanlar kendi yaralarını sarmaya çalışır. Burada kalanlar, evden çıkıp giden bir can’ın eksikliğini acıyla hissederken, giderek onlar da alışmaya başlar. Gittiği memlekete dair fazla bilgileri yoktur. Sadece oraya gidip de bir kaç yıl sonra, ten rengi kılığı değişmiş, altında fiyakalı arabalarla gelenleri gördükçe o memleket bir umut olmuştur, bir karış ne uzayıp, ne kısalan hayatlarında.
Burada hayat farklı akmaktadır, orada farklı akmaktadır. İnsanoğlunun bir garip hulku vardır ki, her yere alışabilmiştir. Kutuplara da alışmıştır insanoğlu, ekvatorun vahşi ortamına da; bütün iklimlere uyum sağlayıp, orada kendine bir hayat kurabilmiştir. Zindanlara da, mahpuslara da alışmıştır insanoğlu; alışmıştır ki,20 yıl,25 yıl kapalı kapılar arkasında yaşamını sürdürebilmiştir. Ama alışmanın da şartları var: ilk şartı ise, geldiğin dünyayı unutacaksın, umudunu keseceksin. Aklınla unutamazsın ama duygu bağların giderek incelecek, kalın bir halatın ipliğe dönüşmesi gibi incelecek yürekten kurduğun bağlar.
Geride yalnızca bir ana bir baba kalmışsa, bu en zorudur. Onlar her gün biraz daha yaşlanacak, güçten kuvvetten düşecektir. Onlar için her zaman dışarıya gönderdikleri evlat, evlattır. Özlem hep aynı sıcaklığı taşıyacak, yara hep tazeliğini koruyacaktır. Gel velâkin, her izine gelişlerinde onlardan umduklarını bir türlü bulamayacaklardır. Giderek elkızıyla eloğluyla el olmaya başlayacaktır. Buradaki oradakini anlamayacaktır bir türlü. Gene de, kısa izinin bir bölümü kaplıcalara, denize gitmekle; orada ahbap olunan başka köylerden birilerinin düğünlerine gitmekle falan geçecektir. En önemlisi, konuştukları konular, hep para lafıdır.”Şu kadar paraya araba aldım”,”Şu kadar paraya ev aldım” ,”Şu kadar borcum var”.Bir türlü bitmeyen laf para lafı. Bir de izine gelince karı koca bir kavga tutturur.”Senin anan, benim babam...” “Kardaşına şunu verdin, bacına bunu verdin”...Ne izin hayal edildiği gibi bir hasret kavuşması, ne de gönülde birikmiş iç kanamalarının arınmasıdır. Düpedüz hayal kırıklığı olur çoğu zaman. Gene de oğul kız dönüp de giderken, her yıl daha çok kırışmış yanaklara yaşlar süzülür onların ardı sıra. Onca zaman beklemişler, umduklarını bulamamışlardır. Buradayken babanın eline bakan oğlan, başka bir insan olmuştur artık. Baba onun eline bakar olmuştur; fakat çoğu zaman borcunu derdini söylemek ağır gelir, diyemez.
Anasını babasını sürekli arayıp soran, ihtiyaçlarını karşılayan, harçlıklarını gönderen hayırlı evlatlar, damatlar da vardır elbette. Fırsat bulunca kış ortası falan demeden kısa süreliğine de olsa, gelip onların gönlünü alan, hasretine soğuk su serpen insanlar vardır; ama azdır.
Çoğu için buradan gittiği zaman, geride bıraktığı yoksul ortam unutulur. Burada kalan kardeş hala biri iki yapmak için tarla tapan didinir durur. Burada kalan ana baba eğer burada destek olan çocuğu yoksa bir boşluğun içinde kalakalmıştır. Sürekli düşülen, amaçsız bir boşluk... Önceden çoluk çocuk, geçinceme derdi, herkes yapabildiği kadar işin ucundan tutup dayanışırdı. Şimdi kimi kurtarmaya çalışacak. Bazısı, eğer dışarıdaki evlat ona rahat yaşama şartları temin etmemiş ya da edememişse, burada sürünmeye devam eder. Farzımuhal, oradaki, kafayı zengin olmaya takmış, bir an önce, sınıf atlamaya çalışıyorsa, köyde ne kadar tarla, şehirde ne kadar ev varsa alma derdindeyse, en lüks arabaya binme sevdasındaysa, burada babasının bir çift kara lastik giyip tarla tapan, dağ bayır süründüğünü unutur. Zamanında pulluğun sapını tuttuğu günleri, cigara parası bulamadığı günleri unutur. Burada kalanları ise, yokluk yoksulluk göçürmez. Binyıllardan bu yana yokluklardan kıranlardan aşa aşa gelmiş insanların çocuklarıdır. İnsanı yetirip büyüttüğünün BAŞKA görmesi yıkar. Ayrıksı, uzak durması yıkar insanı. YOZUKUP gitmiştir, başka olan kendisidir. Köyden satılan tarla olursa, bankadan borç çekip alma derdine düşmüştür bir kuşak. Bu defa onun borcunu ödeyeceğim diye, orada gün olmuş yavan ekmek, makarna yemek durumunda kalmışlardır. Gel velâkin, zamanla bu tarlalar çekilen çileye değecek gelir kaynağı olamamıştır. Kimisi köye ev yapacağım diye, borca derde girmiş, yıllarca onunla uğraşmıştır. Bu yüzden birkaç yılda bir gelip kısa bir zaman oturabilmektedir, onca para döküp özendiği evde. Bir zamanlar 6-7 nüfus tek bir odada kalmanın ezikliği, belki de, buradan avrupaya kadar gördüğü evlerin özentisidir bunca parayla yapılan devasa evler. Daha çok da, burada taa gittiği zamanlardan hasım gördüğü birinin evinden daha iyisini yapma inadı ve yitişiğidir bu bomboş evlere bu kadar para dökmenin sebebi. Ana baba çoğu zaman eski evlerinde ikamete devam eder. Öyle ya, oğlanın öteberisi vardır, koltuk takımları, yatak odası takımları vitrinleri falan vardır yeni evde. Ana baba eski evde, eski hayatlarına devam ederler.
Aradan on yıl, yirmi yıl geçmiştir, ana babanın baş başa konuşmaları daha çok oradaki evlatlarına, torunlarına dairdir. Torunlarının fotoğrafları asılıdır kireç badanalı duvarlarında, onları severler. Arada bir telefon gelince, dünyalar onların olur. Hele torunlarının sesini duydular mı, bin defa kurban olurlar, öperler seslerini, koklarlar. Sonra; sonrası o hazin boşluk başlar yeniden. Yaşlanmışlardır artık, on yıl, yirmi yıl, otuz yıl geçmiştir. Torunlar büyümüş koca koca adam olmuştur. Oradaki evlat için burada bıraktığı gibi hatırlanır çok şey. Hasımlar, inatlar, arkadaşlar. Her izine gelişte, yaşıtlarının kendilerinden daha bir kocadığını, farıdığını görürler. Giderek konuşmaları, muhabbetleri birbirine uymaz olmuştur. Bu nedenle, izine gelince de, orada onca yıldır birlikte oldukları, insanlarla daha çok bir araya gelirler.
İlçe, eski zamanlara göre gün be gün küçülmektedir. Ancak yedinci ay gelince, avrupanın her yerinden akın akın gelen, çoğu orada doğmuş, oranın dilini daha iyi konuşan, oraya göre giyinip, süslenen, davranışları oraya göre edinilmiş gençler doldurur ortalığı. Lokantalar sabahlara kadar çalışır, sokaklarda son model, değişik değişik arabalar dolaşır. Arabaların açık camlarından, sonuna kadar açılmış bir müzik yayılmaktadır. Görünüş ve davranışlarıyla ters orantılı olarak, ya Ferdi Tayfur, ya Orhan Gencebay, ya Müslüm Baba çalmaktadır arabaların müzik çalarında. Zaten normal Türkçeyi de, kendi köylerinin ağzıyla konuşurlar, takılınca araya geldikleri ülkenin dilini ekleyerek. Yaz akşamları, ilçenin sokaklarındaki, son model giyimli, değişik makyajlı, saç modelli yüzlerce genç insana bakınca kendinizi, ya Side’de, ya Marmaris’te, ya Bodrum’da sanırsınız. Bozkırın göbeğinde bir sahil kenti oluverir yedinci ayda bu küçük ilçe. Palmiye ağaçları ve yosunlu deniz kokusu gelmez bir yerlerden ama yukarda olağanüstü bir ay ve sahil kentlerinde olmayan bir serin rüzgâr vardır.
Kısa bir zaman sonra bitecektir bu tantana. Şenlik dağılacaktır. Bir hazin sessizlikle zaman eskitmeye devam edecektir, yepyeni evleri, yepyeni evlilikleri ve insanları. Bekleyiş yeniden başlar, insanın içini kurt gibi kemirerek. Köy sokakları bom boş kalıverecektir. Anaların dizleri ağrıyacaktır sabahlara kadar, babaların kalpleri yeniden tıkanmaya başlayacaktır. Apaçık ölümü beklemektir bu; amaçsız, boşlukta, yalnızlıkla iç içe… Oradaki de bilir, bilir bilmesine de, yapacak bir şey yoktur. Artık eskisi gibi özlenmez. Aradan otuz yıl geçmiş ve burası artık eski bir rüya olmuştur. Sadece zahmetsiz olmasını dilerler kaçınılmaz sonun. Daha çok da, ana ölür de baba kalırsa acep ne olur? Sorusu vardır ortada. Kendine bakamaz, yemek yapamaz, ev süpüremez… Burada eğer kalan kardeş varsa, artık buradaki hastayla sökelle uğraşmak onun evlatlık görevidir. Sanki oradakilerin böyle bir sorumluluğu yok gibi davrananlar çoktur. Ne kadar hazindir, insanın ana babayı bir angarya olarak görmesi, yok sayması onun derdini ağrısını. Arada bir üç beş kuruş gönderip, arada bir telefon edip evlatlık görevini yaptığını sanması...
Çoğu Kurtuluş Savaşı gazilerinin torunuydu. Hayata yoklukla, kıtlıkla başladılar. Hayata yalın ayak, ham köynek başladılar. Ellerini yılan deliğine çıyan deliğine soktular çoluk çocuklarının rızkını kazanmak için, tarlalardan başak topladılar, Salihlinin bağlarını bellediler taa oralara yaya gidip. Bu yaşlı insanlar var ya, çoğu yetim büyüdü, sıtma gördü, kızamık çıkardı, on iki yaşında çoban durdu birilerine, köyün dışını askerlikte gördü ilk, bir kadınla evlenince birlikte oldu ilk kez, ikincisini tanımadı. Karda kışta tipide, ıssız evlerde hakka yürüdüler; çoluk çocuğundan çok uzakta, gözleri açık gitti. Biri ölmüşse, diğeri kuru duvarın dibinde yapayalnız kaldı; şimdi o da Allah’tan “sürünmeden, ele düşmeden, köşede yatıp kapıya bakmadan ölmeyi “ diliyor artık iyice feri kaçmış gözleriyle, çömeldiği duvarın dibinden uzaklara bakarken…
Not: Sözümüz, söz konusu durumlara uygun düşenlere, kendisinin de bir gün aynı hallere düşeceğini aklına bile getirmeyip, anasını babasını unutanlaradır
Yorum Yazın
Facebook Yorum